Hiç bir hüzün kaynağım olmamasına rağmen, düşünüp iyi-kötü düşüncelere kendi isteğimle daldığım bir gece daha...İş hayatının iyi yanlarından biri de sanırım, ertesi sabah erken uyanma zorunluluğundan dolayı "düşünmeme"yi tercih edip direkt uykuya dalmak...
Ama yarın işe geç gitme kararımı aldım, ve düşünüyorum...
Geçmişimi, geçmişimdeki insanları, mekanları, şarkıları...Özlediğimden mi, kesinlikle değil...
Ekşi sözlükte hakkımda yazılanları okudum.Kardeşinin adı benim adım olan, adı da benim kardeşimin adı olan, ve bunun dışında bir çok ortak noktam olan bir arkadaşım şunu demiş :" yalnızdır o, çünkü özgür olmak ister, birini tercih etmez özgürlüğe.. ve ikimiz de bizi özgür bırakacak "o" insanları bekleriz. belki de boşuna."
Bu cümleyi okuduğumda farkettim, kaçışlarımın, yalnızlığa o kadar sıkı sıkıya bağlı olmamın tek bir sebebi varmış, beni özgür bırakacak o insanı beklemişim hep...Ve Barış'ın dediği gibi, boşuna beklediğimi sandığım için belki de karanlıktaymışım.Şimdi o var...Yalnızlık tutkuma ağır basabilmiş tek insan...
3 Ekim 2008 Cuma
28 Eylül 2008 Pazar
Ayrılık...
Son bahar geldi...Bir haftadır boğazımdan gitmeyen acıyla beraber akşamları bastıran hafif ateş hali de bunun en büyük kanıtlardan...
Çıkıp sahile daha önce defalarca çektiğim görüntülerin tekrar tekrar fotoğraflarını çekmek geçiyor aklımdan...Bunu daha önce daha düzenli bir şekilde yapsaydım elimde ilginç bir arşiv olurdu; eylül 2006, eylül 2007, eylül 2008...Aradaki 7 farkı bulun sorusu cevapsız kalırdı...Aynı mekan, aynı deniz, aynı adalar...Koskoca İstanbul'da ilgimi çeken başka birşey yokmuş gibi, anlatacak başka bir şey yokmuş gibi...Ki sanki gerçekten yok benim için...Bu monotonluğu ifade edecek yeni bir fotoğraf makinası alacağım yakında, belki FZ50'mden daha iyi vereceği bir alan derinliği, aynı mekanlarda, biraz farklı şeylere dikkat çekmemi sağlar...
Bu da üzüyor beni...Onu satma gerekliliği...Daha iyisi için...Gerçekten bir makinaya duygusal olarak bağlıyım evet...
Onu ilk elime aldığım günü hatırlıyorum.Sevgilimden ayrı geçirdiğim garip günlerde, aylarda, en iyi hatırladıklarımın arasında FZ50...Diğerleri patenlerim ve cipralex...
Ben her sonbaharda 2006 sonbaharını yeniden yaşıyorum.Beni bırakıp gittiği için kin duyamadığım, sadece sevmeye devam ettiğim, içimden atmak için hayatta hiç bir şey için çabalamadığım kadar çabaladığım, dört aylık ayrılıktan sonra ilk sarıldığımda içimde bıraktığı koca boşluğun her santimetre karesinin sızısıyla ağlamama sebep olan adamla şu an en iyi şekliyle beraber olmama rağmen, her sonbahar ben bunu yaşıyorum.O günleri anarken gözlerim doluyor, sanki hiç geçmemiş, hiç geçmeyecekmiş gibi...Bu çok garip birşey...Her şey değişiyor, bu his gitmiyor.Belki bu yüzden, en yakınımda bu acıyı yaşayan insanla konuşurken birşey diyemiyorum...O telefonun diğer ucunda ağlarken tek diyebildiğim "birşey diyemiyorum" oluyor..."Daha iyi olacaksın" demek doğru olabilir, ama manasız...İyi olması gereken an, şu an...Ve iyi olmasını sağlayacak hiç bir şey yok şu an için...Belki güzel bir film, biraz patlamış mısır, sonrasında nargile...
En sevdiği müziği dinlerken, bu çok sessiz ve renksiz günde, içimde ayrılığa dair yoğun bir his var.Hem ondan bana akan, hem geçmişimden içime kazınmış olan...Ara sıra sızlayan, ama hep orada olduğunu bildiğim kırık bir parçam var.
O kötü günlerde teyzemin bana dediği bir cümle geliyor aklıma, "Annemin ölümünden sonra bana en çok acı veren şeydi ayrılık"...Herkes "Bir ayrılık için, bir adam için bu kadar üzülünür mü?" diye sığı ve yararsız suçlamalarla avutmaya çalışırken, ben onun bu cümlesiyle normal hissetmiştim...
Bloguma artık kişisel birşey yazmama kararıyla sildiğim onlarca yazı için üzülüyorum şu an...Ne farkederdi ki, kişisel ya da değil...İnsan kendisi bildikten, kabullendikten sonra, başkaları öğrenmiş, öğrenmemiş, ne farkeder...
Çıkıp sahile daha önce defalarca çektiğim görüntülerin tekrar tekrar fotoğraflarını çekmek geçiyor aklımdan...Bunu daha önce daha düzenli bir şekilde yapsaydım elimde ilginç bir arşiv olurdu; eylül 2006, eylül 2007, eylül 2008...Aradaki 7 farkı bulun sorusu cevapsız kalırdı...Aynı mekan, aynı deniz, aynı adalar...Koskoca İstanbul'da ilgimi çeken başka birşey yokmuş gibi, anlatacak başka bir şey yokmuş gibi...Ki sanki gerçekten yok benim için...Bu monotonluğu ifade edecek yeni bir fotoğraf makinası alacağım yakında, belki FZ50'mden daha iyi vereceği bir alan derinliği, aynı mekanlarda, biraz farklı şeylere dikkat çekmemi sağlar...
Bu da üzüyor beni...Onu satma gerekliliği...Daha iyisi için...Gerçekten bir makinaya duygusal olarak bağlıyım evet...
Onu ilk elime aldığım günü hatırlıyorum.Sevgilimden ayrı geçirdiğim garip günlerde, aylarda, en iyi hatırladıklarımın arasında FZ50...Diğerleri patenlerim ve cipralex...
Ben her sonbaharda 2006 sonbaharını yeniden yaşıyorum.Beni bırakıp gittiği için kin duyamadığım, sadece sevmeye devam ettiğim, içimden atmak için hayatta hiç bir şey için çabalamadığım kadar çabaladığım, dört aylık ayrılıktan sonra ilk sarıldığımda içimde bıraktığı koca boşluğun her santimetre karesinin sızısıyla ağlamama sebep olan adamla şu an en iyi şekliyle beraber olmama rağmen, her sonbahar ben bunu yaşıyorum.O günleri anarken gözlerim doluyor, sanki hiç geçmemiş, hiç geçmeyecekmiş gibi...Bu çok garip birşey...Her şey değişiyor, bu his gitmiyor.Belki bu yüzden, en yakınımda bu acıyı yaşayan insanla konuşurken birşey diyemiyorum...O telefonun diğer ucunda ağlarken tek diyebildiğim "birşey diyemiyorum" oluyor..."Daha iyi olacaksın" demek doğru olabilir, ama manasız...İyi olması gereken an, şu an...Ve iyi olmasını sağlayacak hiç bir şey yok şu an için...Belki güzel bir film, biraz patlamış mısır, sonrasında nargile...
En sevdiği müziği dinlerken, bu çok sessiz ve renksiz günde, içimde ayrılığa dair yoğun bir his var.Hem ondan bana akan, hem geçmişimden içime kazınmış olan...Ara sıra sızlayan, ama hep orada olduğunu bildiğim kırık bir parçam var.
O kötü günlerde teyzemin bana dediği bir cümle geliyor aklıma, "Annemin ölümünden sonra bana en çok acı veren şeydi ayrılık"...Herkes "Bir ayrılık için, bir adam için bu kadar üzülünür mü?" diye sığı ve yararsız suçlamalarla avutmaya çalışırken, ben onun bu cümlesiyle normal hissetmiştim...
Bloguma artık kişisel birşey yazmama kararıyla sildiğim onlarca yazı için üzülüyorum şu an...Ne farkederdi ki, kişisel ya da değil...İnsan kendisi bildikten, kabullendikten sonra, başkaları öğrenmiş, öğrenmemiş, ne farkeder...
14 Eylül 2008 Pazar
"...and my life-games without frontiers, tired story, the pages are thorn apart, empty, unwritten..."
Bu sözler, geçen yaz bir trafik kazasında hayatını kaybeden, anlatılanlara göre melek gibi, gencecik bir şarkıcı çocuğun en sevdiğim şarkısında geçiyor, Tose Proeski...
Eski fotoğraflarımı bilgisayara aktarma planıyla başladığım bu günün ortasında, pazar gününü en kötü yaşadığım kenti özlüyorum.Bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabiliyor?Olduğum yerden, zamandan, beni bir sene öncesine, yeni kiraladığım eve taşınırken yaptığım bir alışveriş anına götürüyor...Markette heyecanlı bir halde evime alacaklarımı sepete atarken, bu şarkı çalıyordu, aslında hep çalıyordu, Tose yeni ölmüştü, ve markette alışveriş yapan bütün insanlar sanki bir akrabaları ölmüş gibi, yasla o şarkıyı söylüyorlardı...Onlar sözlerini anlamadığım bir şarkıyı söylerlerken, ben ağlamaya başladım, hiç tanımadığım o genç adam için...
Sonra turuncu koltuklu o küçük eve girdim.Benimdi.Yalnızdım.Her köşesini kurcaladım.Eşyalarımı yerleştirdim.Marketten aldığım koku poşetlerini dolabıma yerleştirdim.O koku benim yalnız yaşamımın kanıtı oldu.Her eve geldiğimde o kokuyu duyuyordum.Buraya dönerken artan iki adet bugüne kadar masamda duruyordu, biraz önce onları da buradaki dolabıma yerleştirdim, bir süreliğine yaşadığım kendime ait bir yaşamı, 26 senedir yaşadığım 12 m2'lik odama sığdırmaya çalıştım.Ağır geldi.Ağlama hissi var, ama ev ağlamak için çok kalabalık...
Natasa'yı çok özledim.Hastayken bana bakan tek insan...Üsküp soğuğunda koca bir şantiyeyi adım adım gezip, nispeten daha sıcak olan ofise titreyerek girdiğimde çok endişelenip, bana özel bir çay yapmıştı.Yalnız hissettiğim her an yanımdaydı.
Pazar günleri zor geçerdi her şeye rağmen...Dışarı çıkmak gelmezdi içimden.Gidecek yer yoktu bir alışveriş merkezi dışında.Hava dışarıda yürünemeyecek kadar soğuktu.En güzeli filmciden bir dvd alıp, patlamış mısır yiyerek film izlemekti.Sonra acıkıp çıkardım, babamın yaptığı, şehrin tek alışveriş merkezine giderdim.Ve hep o şarkı çalardı.Ve ben hep hüzünlenirdim.
Ve yine bir pazar günü öğlen 1'de yatağımdan kalktım.Babamın doğum günüydü.Göğsümde bir sıkışma vardı, ağlamaya başlamadan bir kadar verdim : "bu şehirde bir gün daha geçiremem".Havaalanını arayıp, kalkmasına iki saat kalmış olan İstanbul uçağında hala boş yer olduğunu öğrendim.Bavuluma eşyaları atarken, proje müdürü dedikleri adamı aradım, gittiğimi, 2-3 gün sonra geleceğimi, buna çok ihtiyacım olduğunu söyledim.Ne yazık ki anlayacak bir adam değildi, haddine düşmeyen sözler sarfetti.Ama umurumda değildi.İlk gördüğüm taksiye atlayıp havaalanının yolunu tuttum.Ve İstanbul'daydım.O gelişimde Üsküp'ten temelli dönme fikri ortaya çıktı.Hepsi o pazar günü yüzünden...Ve aradan geçen bir ayın sonunda, o güzel şehri bırakıp İstanbul'a döndüm...
Bugün orayı çok özlüyorum.Çok...
Bu sözler, geçen yaz bir trafik kazasında hayatını kaybeden, anlatılanlara göre melek gibi, gencecik bir şarkıcı çocuğun en sevdiğim şarkısında geçiyor, Tose Proeski...
Eski fotoğraflarımı bilgisayara aktarma planıyla başladığım bu günün ortasında, pazar gününü en kötü yaşadığım kenti özlüyorum.Bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabiliyor?Olduğum yerden, zamandan, beni bir sene öncesine, yeni kiraladığım eve taşınırken yaptığım bir alışveriş anına götürüyor...Markette heyecanlı bir halde evime alacaklarımı sepete atarken, bu şarkı çalıyordu, aslında hep çalıyordu, Tose yeni ölmüştü, ve markette alışveriş yapan bütün insanlar sanki bir akrabaları ölmüş gibi, yasla o şarkıyı söylüyorlardı...Onlar sözlerini anlamadığım bir şarkıyı söylerlerken, ben ağlamaya başladım, hiç tanımadığım o genç adam için...
Sonra turuncu koltuklu o küçük eve girdim.Benimdi.Yalnızdım.Her köşesini kurcaladım.Eşyalarımı yerleştirdim.Marketten aldığım koku poşetlerini dolabıma yerleştirdim.O koku benim yalnız yaşamımın kanıtı oldu.Her eve geldiğimde o kokuyu duyuyordum.Buraya dönerken artan iki adet bugüne kadar masamda duruyordu, biraz önce onları da buradaki dolabıma yerleştirdim, bir süreliğine yaşadığım kendime ait bir yaşamı, 26 senedir yaşadığım 12 m2'lik odama sığdırmaya çalıştım.Ağır geldi.Ağlama hissi var, ama ev ağlamak için çok kalabalık...
Natasa'yı çok özledim.Hastayken bana bakan tek insan...Üsküp soğuğunda koca bir şantiyeyi adım adım gezip, nispeten daha sıcak olan ofise titreyerek girdiğimde çok endişelenip, bana özel bir çay yapmıştı.Yalnız hissettiğim her an yanımdaydı.
Pazar günleri zor geçerdi her şeye rağmen...Dışarı çıkmak gelmezdi içimden.Gidecek yer yoktu bir alışveriş merkezi dışında.Hava dışarıda yürünemeyecek kadar soğuktu.En güzeli filmciden bir dvd alıp, patlamış mısır yiyerek film izlemekti.Sonra acıkıp çıkardım, babamın yaptığı, şehrin tek alışveriş merkezine giderdim.Ve hep o şarkı çalardı.Ve ben hep hüzünlenirdim.
Ve yine bir pazar günü öğlen 1'de yatağımdan kalktım.Babamın doğum günüydü.Göğsümde bir sıkışma vardı, ağlamaya başlamadan bir kadar verdim : "bu şehirde bir gün daha geçiremem".Havaalanını arayıp, kalkmasına iki saat kalmış olan İstanbul uçağında hala boş yer olduğunu öğrendim.Bavuluma eşyaları atarken, proje müdürü dedikleri adamı aradım, gittiğimi, 2-3 gün sonra geleceğimi, buna çok ihtiyacım olduğunu söyledim.Ne yazık ki anlayacak bir adam değildi, haddine düşmeyen sözler sarfetti.Ama umurumda değildi.İlk gördüğüm taksiye atlayıp havaalanının yolunu tuttum.Ve İstanbul'daydım.O gelişimde Üsküp'ten temelli dönme fikri ortaya çıktı.Hepsi o pazar günü yüzünden...Ve aradan geçen bir ayın sonunda, o güzel şehri bırakıp İstanbul'a döndüm...
Bugün orayı çok özlüyorum.Çok...
25 Temmuz 2008 Cuma
Mucize diye bir şey yok...
...en garibime giden de, cenaze sırasında imamın, bu gencecik kadın için "teyze" demesiydi...
26 Haziran 2008 Perşembe
Yaşam/Ölüm
...Ve arasındaki o ince çizgi...
Birden başınız ağrıyor, iki gün sonra bir yoğun bakımdasınız...Gözleriniz açık, birileri sizle konuşuyor, ellerinizi tutuyor, ama kimsenin haberi yok orada ne olduğundan...Ve bir adım sonra neyin geleceğinden...
Ölümden hiç korkmadım, ama konu bir sevdiğim olunca...
Cümle de kuramıyorum, ne denir bilmiyorum.
Bir sırası olsa bu işin...
Mesela bir köprü olsa, ucu olmayan...
Her insan zamanını bilse, ve ölmesi gerektiğinde o köprüden atlasa...Bedeni havada uçarken, ruhu ayrılsa ve hiç acı çekmeden ölse...Ölüm böyle birşey olsa keşke...
Hastaneler, yoğun bakımlar olmasa...Hele ki çocuğunun "iyi" haberini bekleyen yaşlı babalar, anneler olmasa...Ya da 5 yaşında babasız kalan çocuklar...
Bir sırası olsa...
Bir gün hastanede ziyaret ettiğiniz, sizinle "çok iyiyim ya ameliyata falan gerek yok" diyen insanı ertesi gün yoğun bakımda bilinci kapalı yatarken görmek olmasa...
Ve ne gariptir...Odasına girip onla konuştum.Çıkarken odadaki diğer iki hastaya baktım.Dua ettim içimden, inşallah iyileşirler dedim, durumları ondan kötüydü...Ve buna şükür dedim, o gayet iyi...
Belki iyi olacak...Belki yanındayken duymuştur beni...Ve o hastaneden çıkar da, bir mucize eseri bunu okuyabilecek duruma gelir...
Dua etmek böyle birşey işte...Dinden falan bağımsız.Sadece gerçekliğini ve sonucunu bildiğiniz bir durumda, herşeyin üstünde, tıbbın, bilimin, fiziğin üstünde bir şey olsa...Ve o şey karar verse, "ben hata etmişim, bu iyi bir insanmış, hem gençmiş daha, çok da seveni varmış" diyip sihirli değneyi ona doğrultsa, ve o makinalardaki garip sinyaller hareketlens, doktorlar gelip anlamaya çalışsalar, anlamayınca, "tıpta mucizeler oluyor" diyip, bize mutlu haberi verseler...
O mucizeyi bekliyorum işte.
Birden başınız ağrıyor, iki gün sonra bir yoğun bakımdasınız...Gözleriniz açık, birileri sizle konuşuyor, ellerinizi tutuyor, ama kimsenin haberi yok orada ne olduğundan...Ve bir adım sonra neyin geleceğinden...
Ölümden hiç korkmadım, ama konu bir sevdiğim olunca...
Cümle de kuramıyorum, ne denir bilmiyorum.
Bir sırası olsa bu işin...
Mesela bir köprü olsa, ucu olmayan...
Her insan zamanını bilse, ve ölmesi gerektiğinde o köprüden atlasa...Bedeni havada uçarken, ruhu ayrılsa ve hiç acı çekmeden ölse...Ölüm böyle birşey olsa keşke...
Hastaneler, yoğun bakımlar olmasa...Hele ki çocuğunun "iyi" haberini bekleyen yaşlı babalar, anneler olmasa...Ya da 5 yaşında babasız kalan çocuklar...
Bir sırası olsa...
Bir gün hastanede ziyaret ettiğiniz, sizinle "çok iyiyim ya ameliyata falan gerek yok" diyen insanı ertesi gün yoğun bakımda bilinci kapalı yatarken görmek olmasa...
Ve ne gariptir...Odasına girip onla konuştum.Çıkarken odadaki diğer iki hastaya baktım.Dua ettim içimden, inşallah iyileşirler dedim, durumları ondan kötüydü...Ve buna şükür dedim, o gayet iyi...
Belki iyi olacak...Belki yanındayken duymuştur beni...Ve o hastaneden çıkar da, bir mucize eseri bunu okuyabilecek duruma gelir...
Dua etmek böyle birşey işte...Dinden falan bağımsız.Sadece gerçekliğini ve sonucunu bildiğiniz bir durumda, herşeyin üstünde, tıbbın, bilimin, fiziğin üstünde bir şey olsa...Ve o şey karar verse, "ben hata etmişim, bu iyi bir insanmış, hem gençmiş daha, çok da seveni varmış" diyip sihirli değneyi ona doğrultsa, ve o makinalardaki garip sinyaller hareketlens, doktorlar gelip anlamaya çalışsalar, anlamayınca, "tıpta mucizeler oluyor" diyip, bize mutlu haberi verseler...
O mucizeyi bekliyorum işte.
18 Nisan 2008 Cuma
HEPİNİZ SALAKSINIZ !!!!!!
Nereye yazmam gerek bilmiyorum, nereye bağırmam gerek bilmiyorum.Tek bildiğim içimde her geçen gün içinde yaşadığım topluma karşı büyüyen nefret duygusu.Hadi bir taş da bana atın.Keşke atsanız, kim okuyor ki burayı?
Baykal, Gül'ün 23 Nisan resepsiyonuna gitmeme kararı almış, doğru mudur değil midir haberinin altında, her haber için olduğu gibi çok akıllı yorumlar var.Mesela beyni küçüklerden biri demiş ki, -o kadar küçük ki buna oy verme hakkı verilmemeliydi- : "Baykal ülkenin önüne çin setti çekmiş ilerlemesini istemiyor." Ben şimdi ülkenin ilerleyememe durumuyla ilgili suçladığı mercii için mi kızsam, yoksa bu vatansever insanın daha kendi öz dilini bilmemesine mi...Setti diye bir şey yok, seddi'dir o, gerçi okumaz burayı ya neyse içimde kalmasın.
Sonracığıma gelelim bir diğer değerli 47 mensubu arkadaşımızın süper salak yorumuna, demiş ki, Baykal ülkesini sevmiyormuş.E be gerizekalının önde gideni !!! Senelerdir muhalefet yapmaktan bıkmamış, kendisine yapılan her eleştiriye karşı dimdik duran ve devam eden Baykal ülkesini sevmiyor da, kendi milletini kömürle, ekmekle, bilmem ne yardımıyla kandırıp, dini duygularını kullanarak güven kazanıp, topraklarını karış karış yabancılara satan başbakanınız mı seviyor???
Hayır aslında bu gerzeklere herşey müstahak, beter olsunlar da göreyim diyesim gelirdi, bu kadar şanlı bir geçmişimiz, bu kadar yüce bir liderimiz olmamış olsaydı.
Dava açıldığından beri hızlandılar, yasalar geliyor, yasalar gidiyor...Herşey yağmalamaya, gerilemeye yönelik...3 tane lale dikip "yeşil alanları %50 arttırdık" diye slogan yazarlarken, yabancılara satılan villalar, oteller için yağmaladıkları ormanların kesilmesine izin verdiklerini bu salak millet gö-re-mi-yor !
Ha sonra...Tarım alanlarının 1 milyon hektarı mı 1 senede tarım yapan köylüler tarafından terkedilmiş.Üretim gittikçe zayıflıyor.Sonra salak köylü üretim yapamıyor diye söyleniyor.Aman ha kalkıp bana salak köylü dedim diye kıyametleri koparmayın.Atatürk de demiş, "köylü milletin efendisidir".Ama sen köylüyü fakirleştirirsen, üretimini bitirirsen, ve bu canım köylü gelip yine sana oy verirse, salak değildir de nedir?
Böyle aptal bir millet...Ve demokrasi var ülkede.Ne yaparsın...Manken kızcağız "çobanla oyum bir mi?" derken son derece kaba ve yersiz bir açıklama yapmıştı, ama işin özü yalan mı, değil...Ama işin kötüsü çobanla kalsaydı 47 zaten olmazdı, rant peşinde, cebine bakan o kadar çok insan var ki...
Çok sinirliyim.Bıktım artık.Gazete satın almak istemiyorum, ama diğer yandan internet gazetesi okumak, haberlerden çok altındaki yorumlarla sinirlerimi geriyor.
Lanet olsun sizin gibi içi boş insanlara.
Keşke kaçıp gidecek kadar ruhsuz, duyarsız olsam...
Yorumların hiç birine cevap vermeyeceğim.Şimdiden saçma salak yorumlar yazan örümcek kafalılara sesleniyorum, istediğiniz küfrü edebilirsiniz, ama "beğenmiyorsan çek git" lafına karşı tek bir şey söylüyorum :
Bu ülkeyi Atatürk kurdu, ve bu ülke onun devrimlerini devam ettirerek, kendini yüksek medeniyetler seviyesine çıkacak insanlara emanet edildi.Siz ki eğer bu düzeni bozmak, sefalet ve cehalet içinde yaşamak istiyorsanız, buyrun İran miran, sizi bekler.Yok burayı istediğim gibi yapacağım diyorsanız, bilin ki savunacağız.
Baykal, Gül'ün 23 Nisan resepsiyonuna gitmeme kararı almış, doğru mudur değil midir haberinin altında, her haber için olduğu gibi çok akıllı yorumlar var.Mesela beyni küçüklerden biri demiş ki, -o kadar küçük ki buna oy verme hakkı verilmemeliydi- : "Baykal ülkenin önüne çin setti çekmiş ilerlemesini istemiyor." Ben şimdi ülkenin ilerleyememe durumuyla ilgili suçladığı mercii için mi kızsam, yoksa bu vatansever insanın daha kendi öz dilini bilmemesine mi...Setti diye bir şey yok, seddi'dir o, gerçi okumaz burayı ya neyse içimde kalmasın.
Sonracığıma gelelim bir diğer değerli 47 mensubu arkadaşımızın süper salak yorumuna, demiş ki, Baykal ülkesini sevmiyormuş.E be gerizekalının önde gideni !!! Senelerdir muhalefet yapmaktan bıkmamış, kendisine yapılan her eleştiriye karşı dimdik duran ve devam eden Baykal ülkesini sevmiyor da, kendi milletini kömürle, ekmekle, bilmem ne yardımıyla kandırıp, dini duygularını kullanarak güven kazanıp, topraklarını karış karış yabancılara satan başbakanınız mı seviyor???
Hayır aslında bu gerzeklere herşey müstahak, beter olsunlar da göreyim diyesim gelirdi, bu kadar şanlı bir geçmişimiz, bu kadar yüce bir liderimiz olmamış olsaydı.
Dava açıldığından beri hızlandılar, yasalar geliyor, yasalar gidiyor...Herşey yağmalamaya, gerilemeye yönelik...3 tane lale dikip "yeşil alanları %50 arttırdık" diye slogan yazarlarken, yabancılara satılan villalar, oteller için yağmaladıkları ormanların kesilmesine izin verdiklerini bu salak millet gö-re-mi-yor !
Ha sonra...Tarım alanlarının 1 milyon hektarı mı 1 senede tarım yapan köylüler tarafından terkedilmiş.Üretim gittikçe zayıflıyor.Sonra salak köylü üretim yapamıyor diye söyleniyor.Aman ha kalkıp bana salak köylü dedim diye kıyametleri koparmayın.Atatürk de demiş, "köylü milletin efendisidir".Ama sen köylüyü fakirleştirirsen, üretimini bitirirsen, ve bu canım köylü gelip yine sana oy verirse, salak değildir de nedir?
Böyle aptal bir millet...Ve demokrasi var ülkede.Ne yaparsın...Manken kızcağız "çobanla oyum bir mi?" derken son derece kaba ve yersiz bir açıklama yapmıştı, ama işin özü yalan mı, değil...Ama işin kötüsü çobanla kalsaydı 47 zaten olmazdı, rant peşinde, cebine bakan o kadar çok insan var ki...
Çok sinirliyim.Bıktım artık.Gazete satın almak istemiyorum, ama diğer yandan internet gazetesi okumak, haberlerden çok altındaki yorumlarla sinirlerimi geriyor.
Lanet olsun sizin gibi içi boş insanlara.
Keşke kaçıp gidecek kadar ruhsuz, duyarsız olsam...
Yorumların hiç birine cevap vermeyeceğim.Şimdiden saçma salak yorumlar yazan örümcek kafalılara sesleniyorum, istediğiniz küfrü edebilirsiniz, ama "beğenmiyorsan çek git" lafına karşı tek bir şey söylüyorum :
Bu ülkeyi Atatürk kurdu, ve bu ülke onun devrimlerini devam ettirerek, kendini yüksek medeniyetler seviyesine çıkacak insanlara emanet edildi.Siz ki eğer bu düzeni bozmak, sefalet ve cehalet içinde yaşamak istiyorsanız, buyrun İran miran, sizi bekler.Yok burayı istediğim gibi yapacağım diyorsanız, bilin ki savunacağız.
30 Ocak 2008 Çarşamba
Müzik dinlerken "rasgele" modunu kullanmak tehlikelidir aslında, ama bunu, aslında hiç kafanızda olmayan, anılarınızla beraber geçmişe gömdüğünüz uzak bir şarkıyı çaldığında farkedersiniz ki iş işten geçmiş olur.Notalar başlamıştır bir kere, gömülü olan şeyleri teker teker çıkarmaya...Ve her anı, bir mekan, bir insan, bir söz, bir his, beyninizdeki gizli nostalji düğmesine basar.Gününüzü bitirebilecek güçtedir bu nokta, tabii ki bu o anının hayatınızdaki yeriyle alakalıdır.
Ben çok yanlış yerlere gittim, çünkü playerım 2 tane yasaklı şarkıyı üst üste çaldı.Ve ben şu an bir tanesini kendi ellerimle başa aldım.Çünkü böyleydi o zamanlarda da, acı vereceğini bile bile dinlerdim Anathema'nın tüm albümlerini, tüm şarkılarını...Yeter ki içimdeki kronik mutsuzluğuma bir yoldaş bulayım...Diğer şarkıysa, "if you could only see"...Bu grubun bir elemanına aşıktım ve bir mail yazmıştım saçmasapan.Buralarda hiç posterleri olmadığı için bir poster istemiştim.Bir süre sonra büyük boy bir fotoğraf (fotoğraf kağıdına basılmış fotoğraf), üzerinde grubun her elemanının imzasıyla gelmişti.Bu şarkı da bana, böyle küçük şeylerle dünyanın en mutlu insanı olup, platonik aşklar yüzünden karın ağrılarıyla geçen bir dönemi hatırlattı.
Ne güzelmiş...O karanlık barda, birbiri ardına en karanlık şarkıları dinlerken, geleceğe dair kurduğumuz hiçbir plana ülkemizin de beter bir karanlığa bürüneceğini katmamıştık.
Ben bu şarkılarla hayaller kurardım her akşam uyumadan önce.Her şarkının belli yerlerini belli sahnelere denk getirirdim.Kafamın içinde o film oynardı, arkasında kendi seçtiğim bir fon müziğiyle...Bazen o hayal gerçeğe yaklaşırdı, ben kaçardım müziği değiştirerek.
Romantik Bon Jovi şarkılarıyla hayal ettiğim uzak bir "sevgilim" vardı.Bir gün elimi tutup beni sevdiğini söylediğinde, çocukça bir bahane bulup kaçmıştım, ve yol boyunca "Creep" dinlemiştim...Oysa ki vardı öyle bir seçenek, onun sevgi cümlesine karşılık verseydim, arkada Bon Jovi'nin "I want you" su çalmaya başlar ve biz Karaköy sokaklarında aylak aylak el ele yürüyebilirdik.Gerçek olabilirdi, sadece kaçmasaydım...
Herneyse...
O günleri ve o günlerde kurduğum hayalleri özlüyorum.Çünkü uzun zamandır hayal kurmazken, bu aralar perde perde sahneler gelmeye başladı yine gözümün önüne.Sadece savaş ve mücadele var.Başlatacak kadar güçlü olmadığım, ve başlatacak kimsenin olduğuna inanmadığım bir mücadele...
80 sene önce ülkemizden kovulmuş, ve yine hortlamış olan siyah hayaletler...Örtülerinin rengi, şekli değişse de, o karanlık beyinleriyle üzerimize gölge gibi düştükleri bugünlerde, onca defa sevgiden kaçmış olan ben, savaşa gitme hırsıyla doluyorum.
Ben hümanist değilmişim.Hele feminist hiç değilmişim...Kimin eşitliğinden kime sözedebilirim?Bu böceklerin cahil beyinleri tutsaklıktan, bağımlılıktan yana...Ama onlar refah içinde yaşıyorlar, ama tepkisini gösteren başı açık bir genç kız İran'da dövülerek feci şekilde can veriyor.Ceza yine aydınlığa...Çünkü karanlık yönetiyor tüm dünyayı.
Hayallerimde bunlarla savaşıyorum işte...
Bazen bir parti kuruyorum, kısa zamanda büyük güç kazanıp ülkeyi bu adamların ellerinden kurtardığımızı düşlüyorum.
Bazen mezun olduğum üniversitenin önünde binlerce insan toplayıp etten bir duvar oluşturup türbanla okula girmeye çalışanların önünü kesiyorum.
Bazense şiddet içerikli oluyor...Türbanlı bir kadın dolmuşta önüme oturduğunda, türbanını çekip yırtıyorum.
Bazen savaş çıkıyor, ve ben elimde silah orta çağ beyinlerini vuruyorum...
Ne güzelmiş eski hayallerim...
Hiç görmediğim bir gölün üstüne koca bir dalı sarkmış ağacın salıncağında sallanmadan uyumazdım geceleri.Artık aklıma bile gelmiyor...Ay ışığının yansdığı göl ve o salıncak...
Ama zaman mücadele zamanı...Kılını kıpırdatmadan sadece şikayet insanlarız biz.Onlarsa gece gündüz çalışıyorlar.Hepimiz bir kurtarıcı bekliyoruz, çünkü zamanında gelmiş.Sanıyoruz ki yine gelir.Hepimiz birbirimize soruyoruz, "ne yapmalıyız" diye...Bazılarımız ordudan bekliyor, bazılarımız sadece gitme planları yapıyor...Ama sonuç olarak tek ve en güzel yaptığımız eylemi yapıyoruz, durmak...
Ben çok yanlış yerlere gittim, çünkü playerım 2 tane yasaklı şarkıyı üst üste çaldı.Ve ben şu an bir tanesini kendi ellerimle başa aldım.Çünkü böyleydi o zamanlarda da, acı vereceğini bile bile dinlerdim Anathema'nın tüm albümlerini, tüm şarkılarını...Yeter ki içimdeki kronik mutsuzluğuma bir yoldaş bulayım...Diğer şarkıysa, "if you could only see"...Bu grubun bir elemanına aşıktım ve bir mail yazmıştım saçmasapan.Buralarda hiç posterleri olmadığı için bir poster istemiştim.Bir süre sonra büyük boy bir fotoğraf (fotoğraf kağıdına basılmış fotoğraf), üzerinde grubun her elemanının imzasıyla gelmişti.Bu şarkı da bana, böyle küçük şeylerle dünyanın en mutlu insanı olup, platonik aşklar yüzünden karın ağrılarıyla geçen bir dönemi hatırlattı.
Ne güzelmiş...O karanlık barda, birbiri ardına en karanlık şarkıları dinlerken, geleceğe dair kurduğumuz hiçbir plana ülkemizin de beter bir karanlığa bürüneceğini katmamıştık.
Ben bu şarkılarla hayaller kurardım her akşam uyumadan önce.Her şarkının belli yerlerini belli sahnelere denk getirirdim.Kafamın içinde o film oynardı, arkasında kendi seçtiğim bir fon müziğiyle...Bazen o hayal gerçeğe yaklaşırdı, ben kaçardım müziği değiştirerek.
Romantik Bon Jovi şarkılarıyla hayal ettiğim uzak bir "sevgilim" vardı.Bir gün elimi tutup beni sevdiğini söylediğinde, çocukça bir bahane bulup kaçmıştım, ve yol boyunca "Creep" dinlemiştim...Oysa ki vardı öyle bir seçenek, onun sevgi cümlesine karşılık verseydim, arkada Bon Jovi'nin "I want you" su çalmaya başlar ve biz Karaköy sokaklarında aylak aylak el ele yürüyebilirdik.Gerçek olabilirdi, sadece kaçmasaydım...
Herneyse...
O günleri ve o günlerde kurduğum hayalleri özlüyorum.Çünkü uzun zamandır hayal kurmazken, bu aralar perde perde sahneler gelmeye başladı yine gözümün önüne.Sadece savaş ve mücadele var.Başlatacak kadar güçlü olmadığım, ve başlatacak kimsenin olduğuna inanmadığım bir mücadele...
80 sene önce ülkemizden kovulmuş, ve yine hortlamış olan siyah hayaletler...Örtülerinin rengi, şekli değişse de, o karanlık beyinleriyle üzerimize gölge gibi düştükleri bugünlerde, onca defa sevgiden kaçmış olan ben, savaşa gitme hırsıyla doluyorum.
Ben hümanist değilmişim.Hele feminist hiç değilmişim...Kimin eşitliğinden kime sözedebilirim?Bu böceklerin cahil beyinleri tutsaklıktan, bağımlılıktan yana...Ama onlar refah içinde yaşıyorlar, ama tepkisini gösteren başı açık bir genç kız İran'da dövülerek feci şekilde can veriyor.Ceza yine aydınlığa...Çünkü karanlık yönetiyor tüm dünyayı.
Hayallerimde bunlarla savaşıyorum işte...
Bazen bir parti kuruyorum, kısa zamanda büyük güç kazanıp ülkeyi bu adamların ellerinden kurtardığımızı düşlüyorum.
Bazen mezun olduğum üniversitenin önünde binlerce insan toplayıp etten bir duvar oluşturup türbanla okula girmeye çalışanların önünü kesiyorum.
Bazense şiddet içerikli oluyor...Türbanlı bir kadın dolmuşta önüme oturduğunda, türbanını çekip yırtıyorum.
Bazen savaş çıkıyor, ve ben elimde silah orta çağ beyinlerini vuruyorum...
Ne güzelmiş eski hayallerim...
Hiç görmediğim bir gölün üstüne koca bir dalı sarkmış ağacın salıncağında sallanmadan uyumazdım geceleri.Artık aklıma bile gelmiyor...Ay ışığının yansdığı göl ve o salıncak...
Ama zaman mücadele zamanı...Kılını kıpırdatmadan sadece şikayet insanlarız biz.Onlarsa gece gündüz çalışıyorlar.Hepimiz bir kurtarıcı bekliyoruz, çünkü zamanında gelmiş.Sanıyoruz ki yine gelir.Hepimiz birbirimize soruyoruz, "ne yapmalıyız" diye...Bazılarımız ordudan bekliyor, bazılarımız sadece gitme planları yapıyor...Ama sonuç olarak tek ve en güzel yaptığımız eylemi yapıyoruz, durmak...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)