24 Ekim 2008 Cuma

Yapılacak onca şey arasından boş boş etrafıma bakınıp Lizz Wright dinlemeyi seçtim...

Bugün susma günüm...

9-10 sene önce, yine böyle kapalı bir gündü susma günü...1 saat kadar birlikte olmamıza rağmen tek kelime konuşmamıştık, 1 saat öncesindeki "merhaba" ve 1 saat sonrasındaki "görüşürüz" dışında...Sebebi neydi bilmiyorum.Sadece anlamaya çalışıp yanında olmaktı o anki görevim.Zor da gelmemişti.Karanlık sahilde yavaş adımlarla yürürken zaten kelimesiz bir diyalog sürüp gidiyordu aramızda...

Bugün yine susma günüm...Yine onla susmaya gidiyorum.

Bu sefer ölüm sessizliği...

22 Ekim 2008 Çarşamba

...Babamın bana taa 6 sene önce, ben Fransa'dan dönmek-dönmemek arasında gidip gelirken yazdığı bir mail vardı."Hayatı bütün olarak yaşa" demişti.Aile, okul, arkadaşlar, iş, sevgili, hobi...Bugünlerde ne zaman bana "farkındayım" bakışı atsa, içten içe kendimi suçlu hissediyorum.Ben bu nasihatı 6 sene önce almış, hayatımın bir parçası yaptım sanmıştım.Şimdi birbiriyle tıpatıp aynı geçen haftalara bakınca, bütünü yaşama konusunda başarısız olduğumu görüyorum.
Sevgilimi göremiyorum, nadir sesini duyabiliyorum.Paylaşabildiğim hiç bir şey yok, çünkü her günüm birbirinin aynı...Ve dahası zaman zaman sitemkar bir şaka ile "artık benle konuşmaktan sıkılıyorsun"vari cümleler işitmek durumunda kalıyorum...
Arkadaşlarımla olamıyorum...Olduğumda konuştuklarına, yaptıklarına uzak hissediyorum.Bu da yetmezmiş gibi "Ne bu surat sıkıldım ben gidiyorum" diyerek oturduğum masadan kalkıp gidenlere el sallıyorum.Suçlayamam...Suratsızım, agresifim, suskunum, sıkıcıyım, çabuk kırılıyorum...
Yaptığım beton binalara dönüşüyorum.Kimseye tahammülüm yok, neredeyse hiç bir sese, hiç bir mekana, neredeyse hiç bir müziğe...Hayallere tahammülüm yok...Zaten artık istesem de kuramıyorum.Küçükken uyumadan önce ay ışığının vurduğu bir göle sarkan ağaç dalında kurduğum salıncakta sallanmadan uyumazdım...O resmi o kadar güzel çizmiştim ki zihnimde, şimdi bile her detayını hatırlıyorum.Biraz büyüyünce evimi hayal etmeye başladım.Geceleri bazen yatağımdan kalkıp eskiz yapma gereği duyuyordum.Şimdiyse uyumadan önce sadece en büyük fobim bastırıyor, istisnasız her gece...

9 ay önce, yıllardır hayalini kurduğum gitarı aldığımdan beri 2 kez elime aldım...
Okunmayı bekleyen kitapların, daha kötüsü son okuduğum kitabın adını unuttum...Film arşivim desen, bir ara izlerim diye aldığım filmleri nereye koyduğumu unuttum...

Dün kendimi az biraz normal hissettim...Sabah uzun zamandır dinlemediğim en sevdiğim Vega albümüyle bindim arabaya...Bir albümlük yolu, her şarkıyı bağıra çağıra söylerek gittim.Trafiğe kızmadan, insanlara bağırmadan, ağlamadan...

...Yann Tiersen - La Parade...

Günlerdir hissedebildiğim tek şey bu şarkı...Ve tabii ki şu anda dinlediğim...

Sözlerini yazarsam ağlar mıyım?..

another day to live
another way to go
nobody's in this room
nobody's here for now

wakeup early, i know it's too late
to leave with the parade
look at my feet moving slowly
i'm afraid it's over

naked, a bit sleepy
in my single room
i open the door
and call up, call up the lift

i wish i was in the parade

sometimes i feel my skin
sometimes i hear of rest
please try to be friendly
but i'm too old inside

i'm so gelous but try to be
an ordinary girl
i'd like to talk but you know i hate
ordinary words

naked, a bit sleepy
in my single room
i open the door
and call up, call up the lift

i wish i was in the parade



Şu an büyük hayallerle ve heyecanla bindiğim ve sonradan benim için sıradanlaşmanın ötesinde neredeyse can sıkıcılıkla sonuçlanan teknede olmayı istiyorum.Gündüz saatlerce yüzüp, akşam rahatsız olduğum herşeyden kendimi soyutladığımda bana kalan koca bir denize, rüzgar sesine, ve dört duvarım olan gökyüzüne ihtiyacım var.Aradığımı bulacağım başka bir tekneye 8-9 ay kaldı...Ama düşünmektense, unutmanın daha mantıklı olacağı kadar uzun bir süre...

Şimdilik gökyüzünü göremediğim yatağımda, şanslıysam uzaklardan gelecek arabayla karışık martı sesiyle uyumakla yetinmeliyim.Çünkü yarın yine aynı yoğunluk...Herşeyi mükemmel yapmaya karar vererek başlayıp, üzerimde sadece mükemmel bir yorgunlukla eve geleceğim bir gün daha...

3 Ekim 2008 Cuma

Hiç bir hüzün kaynağım olmamasına rağmen, düşünüp iyi-kötü düşüncelere kendi isteğimle daldığım bir gece daha...İş hayatının iyi yanlarından biri de sanırım, ertesi sabah erken uyanma zorunluluğundan dolayı "düşünmeme"yi tercih edip direkt uykuya dalmak...
Ama yarın işe geç gitme kararımı aldım, ve düşünüyorum...
Geçmişimi, geçmişimdeki insanları, mekanları, şarkıları...Özlediğimden mi, kesinlikle değil...
Ekşi sözlükte hakkımda yazılanları okudum.Kardeşinin adı benim adım olan, adı da benim kardeşimin adı olan, ve bunun dışında bir çok ortak noktam olan bir arkadaşım şunu demiş :" yalnızdır o, çünkü özgür olmak ister, birini tercih etmez özgürlüğe.. ve ikimiz de bizi özgür bırakacak "o" insanları bekleriz. belki de boşuna."
Bu cümleyi okuduğumda farkettim, kaçışlarımın, yalnızlığa o kadar sıkı sıkıya bağlı olmamın tek bir sebebi varmış, beni özgür bırakacak o insanı beklemişim hep...Ve Barış'ın dediği gibi, boşuna beklediğimi sandığım için belki de karanlıktaymışım.Şimdi o var...Yalnızlık tutkuma ağır basabilmiş tek insan...

28 Eylül 2008 Pazar

Ayrılık...

Son bahar geldi...Bir haftadır boğazımdan gitmeyen acıyla beraber akşamları bastıran hafif ateş hali de bunun en büyük kanıtlardan...

Çıkıp sahile daha önce defalarca çektiğim görüntülerin tekrar tekrar fotoğraflarını çekmek geçiyor aklımdan...Bunu daha önce daha düzenli bir şekilde yapsaydım elimde ilginç bir arşiv olurdu; eylül 2006, eylül 2007, eylül 2008...Aradaki 7 farkı bulun sorusu cevapsız kalırdı...Aynı mekan, aynı deniz, aynı adalar...Koskoca İstanbul'da ilgimi çeken başka birşey yokmuş gibi, anlatacak başka bir şey yokmuş gibi...Ki sanki gerçekten yok benim için...Bu monotonluğu ifade edecek yeni bir fotoğraf makinası alacağım yakında, belki FZ50'mden daha iyi vereceği bir alan derinliği, aynı mekanlarda, biraz farklı şeylere dikkat çekmemi sağlar...

Bu da üzüyor beni...Onu satma gerekliliği...Daha iyisi için...Gerçekten bir makinaya duygusal olarak bağlıyım evet...
Onu ilk elime aldığım günü hatırlıyorum.Sevgilimden ayrı geçirdiğim garip günlerde, aylarda, en iyi hatırladıklarımın arasında FZ50...Diğerleri patenlerim ve cipralex...

Ben her sonbaharda 2006 sonbaharını yeniden yaşıyorum.Beni bırakıp gittiği için kin duyamadığım, sadece sevmeye devam ettiğim, içimden atmak için hayatta hiç bir şey için çabalamadığım kadar çabaladığım, dört aylık ayrılıktan sonra ilk sarıldığımda içimde bıraktığı koca boşluğun her santimetre karesinin sızısıyla ağlamama sebep olan adamla şu an en iyi şekliyle beraber olmama rağmen, her sonbahar ben bunu yaşıyorum.O günleri anarken gözlerim doluyor, sanki hiç geçmemiş, hiç geçmeyecekmiş gibi...Bu çok garip birşey...Her şey değişiyor, bu his gitmiyor.Belki bu yüzden, en yakınımda bu acıyı yaşayan insanla konuşurken birşey diyemiyorum...O telefonun diğer ucunda ağlarken tek diyebildiğim "birşey diyemiyorum" oluyor..."Daha iyi olacaksın" demek doğru olabilir, ama manasız...İyi olması gereken an, şu an...Ve iyi olmasını sağlayacak hiç bir şey yok şu an için...Belki güzel bir film, biraz patlamış mısır, sonrasında nargile...
En sevdiği müziği dinlerken, bu çok sessiz ve renksiz günde, içimde ayrılığa dair yoğun bir his var.Hem ondan bana akan, hem geçmişimden içime kazınmış olan...Ara sıra sızlayan, ama hep orada olduğunu bildiğim kırık bir parçam var.
O kötü günlerde teyzemin bana dediği bir cümle geliyor aklıma, "Annemin ölümünden sonra bana en çok acı veren şeydi ayrılık"...Herkes "Bir ayrılık için, bir adam için bu kadar üzülünür mü?" diye sığı ve yararsız suçlamalarla avutmaya çalışırken, ben onun bu cümlesiyle normal hissetmiştim...

Bloguma artık kişisel birşey yazmama kararıyla sildiğim onlarca yazı için üzülüyorum şu an...Ne farkederdi ki, kişisel ya da değil...İnsan kendisi bildikten, kabullendikten sonra, başkaları öğrenmiş, öğrenmemiş, ne farkeder...

14 Eylül 2008 Pazar

"...and my life-games without frontiers, tired story, the pages are thorn apart, empty, unwritten..."

Bu sözler, geçen yaz bir trafik kazasında hayatını kaybeden, anlatılanlara göre melek gibi, gencecik bir şarkıcı çocuğun en sevdiğim şarkısında geçiyor, Tose Proeski...

Eski fotoğraflarımı bilgisayara aktarma planıyla başladığım bu günün ortasında, pazar gününü en kötü yaşadığım kenti özlüyorum.Bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabiliyor?Olduğum yerden, zamandan, beni bir sene öncesine, yeni kiraladığım eve taşınırken yaptığım bir alışveriş anına götürüyor...Markette heyecanlı bir halde evime alacaklarımı sepete atarken, bu şarkı çalıyordu, aslında hep çalıyordu, Tose yeni ölmüştü, ve markette alışveriş yapan bütün insanlar sanki bir akrabaları ölmüş gibi, yasla o şarkıyı söylüyorlardı...Onlar sözlerini anlamadığım bir şarkıyı söylerlerken, ben ağlamaya başladım, hiç tanımadığım o genç adam için...

Sonra turuncu koltuklu o küçük eve girdim.Benimdi.Yalnızdım.Her köşesini kurcaladım.Eşyalarımı yerleştirdim.Marketten aldığım koku poşetlerini dolabıma yerleştirdim.O koku benim yalnız yaşamımın kanıtı oldu.Her eve geldiğimde o kokuyu duyuyordum.Buraya dönerken artan iki adet bugüne kadar masamda duruyordu, biraz önce onları da buradaki dolabıma yerleştirdim, bir süreliğine yaşadığım kendime ait bir yaşamı, 26 senedir yaşadığım 12 m2'lik odama sığdırmaya çalıştım.Ağır geldi.Ağlama hissi var, ama ev ağlamak için çok kalabalık...

Natasa'yı çok özledim.Hastayken bana bakan tek insan...Üsküp soğuğunda koca bir şantiyeyi adım adım gezip, nispeten daha sıcak olan ofise titreyerek girdiğimde çok endişelenip, bana özel bir çay yapmıştı.Yalnız hissettiğim her an yanımdaydı.

Pazar günleri zor geçerdi her şeye rağmen...Dışarı çıkmak gelmezdi içimden.Gidecek yer yoktu bir alışveriş merkezi dışında.Hava dışarıda yürünemeyecek kadar soğuktu.En güzeli filmciden bir dvd alıp, patlamış mısır yiyerek film izlemekti.Sonra acıkıp çıkardım, babamın yaptığı, şehrin tek alışveriş merkezine giderdim.Ve hep o şarkı çalardı.Ve ben hep hüzünlenirdim.

Ve yine bir pazar günü öğlen 1'de yatağımdan kalktım.Babamın doğum günüydü.Göğsümde bir sıkışma vardı, ağlamaya başlamadan bir kadar verdim : "bu şehirde bir gün daha geçiremem".Havaalanını arayıp, kalkmasına iki saat kalmış olan İstanbul uçağında hala boş yer olduğunu öğrendim.Bavuluma eşyaları atarken, proje müdürü dedikleri adamı aradım, gittiğimi, 2-3 gün sonra geleceğimi, buna çok ihtiyacım olduğunu söyledim.Ne yazık ki anlayacak bir adam değildi, haddine düşmeyen sözler sarfetti.Ama umurumda değildi.İlk gördüğüm taksiye atlayıp havaalanının yolunu tuttum.Ve İstanbul'daydım.O gelişimde Üsküp'ten temelli dönme fikri ortaya çıktı.Hepsi o pazar günü yüzünden...Ve aradan geçen bir ayın sonunda, o güzel şehri bırakıp İstanbul'a döndüm...

Bugün orayı çok özlüyorum.Çok...

25 Temmuz 2008 Cuma

Mucize diye bir şey yok...

...en garibime giden de, cenaze sırasında imamın, bu gencecik kadın için "teyze" demesiydi...

26 Haziran 2008 Perşembe

Yaşam/Ölüm

...Ve arasındaki o ince çizgi...

Birden başınız ağrıyor, iki gün sonra bir yoğun bakımdasınız...Gözleriniz açık, birileri sizle konuşuyor, ellerinizi tutuyor, ama kimsenin haberi yok orada ne olduğundan...Ve bir adım sonra neyin geleceğinden...

Ölümden hiç korkmadım, ama konu bir sevdiğim olunca...

Cümle de kuramıyorum, ne denir bilmiyorum.

Bir sırası olsa bu işin...

Mesela bir köprü olsa, ucu olmayan...
Her insan zamanını bilse, ve ölmesi gerektiğinde o köprüden atlasa...Bedeni havada uçarken, ruhu ayrılsa ve hiç acı çekmeden ölse...Ölüm böyle birşey olsa keşke...

Hastaneler, yoğun bakımlar olmasa...Hele ki çocuğunun "iyi" haberini bekleyen yaşlı babalar, anneler olmasa...Ya da 5 yaşında babasız kalan çocuklar...

Bir sırası olsa...

Bir gün hastanede ziyaret ettiğiniz, sizinle "çok iyiyim ya ameliyata falan gerek yok" diyen insanı ertesi gün yoğun bakımda bilinci kapalı yatarken görmek olmasa...

Ve ne gariptir...Odasına girip onla konuştum.Çıkarken odadaki diğer iki hastaya baktım.Dua ettim içimden, inşallah iyileşirler dedim, durumları ondan kötüydü...Ve buna şükür dedim, o gayet iyi...

Belki iyi olacak...Belki yanındayken duymuştur beni...Ve o hastaneden çıkar da, bir mucize eseri bunu okuyabilecek duruma gelir...

Dua etmek böyle birşey işte...Dinden falan bağımsız.Sadece gerçekliğini ve sonucunu bildiğiniz bir durumda, herşeyin üstünde, tıbbın, bilimin, fiziğin üstünde bir şey olsa...Ve o şey karar verse, "ben hata etmişim, bu iyi bir insanmış, hem gençmiş daha, çok da seveni varmış" diyip sihirli değneyi ona doğrultsa, ve o makinalardaki garip sinyaller hareketlens, doktorlar gelip anlamaya çalışsalar, anlamayınca, "tıpta mucizeler oluyor" diyip, bize mutlu haberi verseler...

O mucizeyi bekliyorum işte.