14 Eylül 2007 Cuma

Üsküp

Dün İstanbul'u neden sevdiğimi öğrendim.Üsküp'te, işimden evime yürürken...
Etrafıma baktım.O an bulunduğum noktaya 15 dakika yürüme mesafesinde olan canlı, kalabalık, sevimli, kocaman bir meydanın varlığını hayal etmeye imkan yoktu, öyle bir yerin varlığından haberdar olmasam.Sanki bütün şehir o an bulunduğum kahverengi cadde gibi, donuk, çamurlaşmış, insansız ve hissiyatsızdı.Işıklarda durdum.Köşesinde durduğum kavşağın bir yanında, Kadıköy rıhtımda yapılan yeni İş Bankası binasına benzeyen, ama biraz daha az çirkin bir bina vardı.Ve o an gözlerimi kapadım.Sol tarafımda deniz ve iskele vardı, biraz ileride leş gibi et kokan büfeler ve etrafında "aç" insanlar...Geriye yürüsem biraz, Beşiktaş iskelesinin önünden geçip, dolmuş durağına gidip, 80 kişilik bir sıra bekledikten sonra caddebostanda inip, sevgilimin evine gidebilirdim.Ve yeşil yandığında ötmeye başlayan o garip sesi duydum...Bip bip bip bip...Sol tarafa gitmem gerekiyordu, ve ben denize doğru yürüdüm, sadece gözlerim ıslandı.
Ve düşündüm...
İstanbul Barselona gibi sadece canlı, Venedik gibi sadece romantik, Hallstatt gibi sadece huzur verici değildi.İstanbul'du işte...Çirkin ama güzel, sıkıcı ama eğlenceli, gri ama renkli...
Ve sonra turuncu evime vardım.Hayallerimde sadece adı turuncu olmayan bir ev vardı.Ben de turuncuydum içinde.Ama bu turuncu evde, sadece koltuklar turuncu, havlular, bardaklar...Ben yine griyim, uzun zamandır hiç olmadığım kadar...