14 Eylül 2008 Pazar

"...and my life-games without frontiers, tired story, the pages are thorn apart, empty, unwritten..."

Bu sözler, geçen yaz bir trafik kazasında hayatını kaybeden, anlatılanlara göre melek gibi, gencecik bir şarkıcı çocuğun en sevdiğim şarkısında geçiyor, Tose Proeski...

Eski fotoğraflarımı bilgisayara aktarma planıyla başladığım bu günün ortasında, pazar gününü en kötü yaşadığım kenti özlüyorum.Bir şarkı nasıl bu kadar etkili olabiliyor?Olduğum yerden, zamandan, beni bir sene öncesine, yeni kiraladığım eve taşınırken yaptığım bir alışveriş anına götürüyor...Markette heyecanlı bir halde evime alacaklarımı sepete atarken, bu şarkı çalıyordu, aslında hep çalıyordu, Tose yeni ölmüştü, ve markette alışveriş yapan bütün insanlar sanki bir akrabaları ölmüş gibi, yasla o şarkıyı söylüyorlardı...Onlar sözlerini anlamadığım bir şarkıyı söylerlerken, ben ağlamaya başladım, hiç tanımadığım o genç adam için...

Sonra turuncu koltuklu o küçük eve girdim.Benimdi.Yalnızdım.Her köşesini kurcaladım.Eşyalarımı yerleştirdim.Marketten aldığım koku poşetlerini dolabıma yerleştirdim.O koku benim yalnız yaşamımın kanıtı oldu.Her eve geldiğimde o kokuyu duyuyordum.Buraya dönerken artan iki adet bugüne kadar masamda duruyordu, biraz önce onları da buradaki dolabıma yerleştirdim, bir süreliğine yaşadığım kendime ait bir yaşamı, 26 senedir yaşadığım 12 m2'lik odama sığdırmaya çalıştım.Ağır geldi.Ağlama hissi var, ama ev ağlamak için çok kalabalık...

Natasa'yı çok özledim.Hastayken bana bakan tek insan...Üsküp soğuğunda koca bir şantiyeyi adım adım gezip, nispeten daha sıcak olan ofise titreyerek girdiğimde çok endişelenip, bana özel bir çay yapmıştı.Yalnız hissettiğim her an yanımdaydı.

Pazar günleri zor geçerdi her şeye rağmen...Dışarı çıkmak gelmezdi içimden.Gidecek yer yoktu bir alışveriş merkezi dışında.Hava dışarıda yürünemeyecek kadar soğuktu.En güzeli filmciden bir dvd alıp, patlamış mısır yiyerek film izlemekti.Sonra acıkıp çıkardım, babamın yaptığı, şehrin tek alışveriş merkezine giderdim.Ve hep o şarkı çalardı.Ve ben hep hüzünlenirdim.

Ve yine bir pazar günü öğlen 1'de yatağımdan kalktım.Babamın doğum günüydü.Göğsümde bir sıkışma vardı, ağlamaya başlamadan bir kadar verdim : "bu şehirde bir gün daha geçiremem".Havaalanını arayıp, kalkmasına iki saat kalmış olan İstanbul uçağında hala boş yer olduğunu öğrendim.Bavuluma eşyaları atarken, proje müdürü dedikleri adamı aradım, gittiğimi, 2-3 gün sonra geleceğimi, buna çok ihtiyacım olduğunu söyledim.Ne yazık ki anlayacak bir adam değildi, haddine düşmeyen sözler sarfetti.Ama umurumda değildi.İlk gördüğüm taksiye atlayıp havaalanının yolunu tuttum.Ve İstanbul'daydım.O gelişimde Üsküp'ten temelli dönme fikri ortaya çıktı.Hepsi o pazar günü yüzünden...Ve aradan geçen bir ayın sonunda, o güzel şehri bırakıp İstanbul'a döndüm...

Bugün orayı çok özlüyorum.Çok...

Hiç yorum yok: