2 Eylül 2010 Perşembe

place to be...

"...now i'm darker than the deepest sea,
just hand me down, give me a place to be."

bu şarkı beni her seferinde tek bir yere götürüyor..esenler otogarı..ne kadar romantik değil mi?dünyanın muhtemelen en çirkin otogarında gecenin 1'inde kalbiniz ağzınızda çarparken dinlediğiniz bir müzik çok uzun bir süre içinizde yer edebilir.

ve sabah gözlerimi açtığımda maviydi her yer..tıpkı kendim gibi..



eceabat'tan çanakkale'ye geçerken uykuluydum, heyecanlıydım, şaşkındım..sürekli olarak kendime oraya sadece 1 kez gördüğüm bir insan için gitmediğimi tekrarlıyordum.aslında doğruydu, önceki yaz da tek başıma aynı yolculuğu planlamış, yer bulamadığım için otobüs biletlerimi iptal etmiştim.hmm şimdi burada bir dur..çanakkale ayrı bozcaada ayrı..çanakkale'de kalmadan bozcaada'ya gidemez miydim..işte esas mesele burada başlıyor sanki..ben hep gitmek isterim, kimseye, ama her yere...ama burada kabul etmem gereken bir şey var ki, evet onu bir kez daha görmeliydim.

çanakkale'ye adım attığım anda her an onu görebilecekmişim gibi heyecanlıydım ve utanıyordum.sanki onu görmek istemem, oraya onun için gitmiş olduğumu düşünmesi çok utanç verici bir şeymiş gibi...oysa ki o da biliyordu önceki bozcaada teşebbüsümü, ve bu seyahati konuştuğumuz ilk gün "denk gelirse görüşürüz kendini kasma" özetli konuşmamı..

her neyse..sabahın 7'sinde hayatımda ilk defa gittiğim bir şehrin sokaklarında aval aval etrafa bakınmak, yalnız olmak, baharın kendisi zaten...işte bu şarkı belki de tam olarak o anlara gidiyor, kordon boyunca yürüdüğüm, denize karşı bir çay bahçesinde kahvaltı ettiğim, oteldeki odamın boşalmasını beklerken sokak sokak gezdiğim anlar...ve karşımda d.onanma çay bahçesini gördüğüm an, sanki d.onanma gerçekten orda sanıp, gerisin geriye oradan kaçtığım an..



ve sonunda otele gittim..küçücük, ideal pansiyon odaları gibi döküntü..ama o an sevemeyeceğim hiç bir oda yoktu, çünkü aslında önemli olan odanın nasıl olduğu değil, nerede olduğuydu..geldiğimi haber vermek için belki yarım saat çabaladım, sonunda aradım ve açmadı.biraz uyuyayım dedim..meraklı anne ve arkadaşlarımın telefon tacizlerinden sonra az biraz uyuyakalmıştım ki o esas telefon geldi.o gün belki görüşemeyecektik, ne de olsa cumartesi yine orada olacaktım, en kötü ihtimal buydu..

ve bütün gün sokak sokak gezdikten sonra, tek başıma tatilin en keyiflerini anlarını yaşarken, tipik turist kebe modunda yola değil havaya bakarak yürüdüğüm için ayağımı burktum.otelin lobisinde kendime gülüp kızarak ayağıma buz koyarken beklenen telefon geldi.."5 dakikalığına da olsa görmek istiyorum seni"..üh...



saat kulesi...güzel bir kule..allah daha güzellerini nasip etsin inşallah, amin.

aslında hiç tanımadığım birine duyduğum bu yoğun hissiyatın iki anlamı olabilirdi..ya eski ilişki yükünden kurtulma çabasıydı, ya da gerçekten 6. hissim kuvvetliydi ve bu insan göründüğü gibi olan, olduğu gibi görünen, içi dışı bir tabir ettiğimiz, hoşlanmak için detaylı incelemeye tabi tutulması gerekmeyen sade bir vatandaştı.aradan bunca ay ve olay geçtikten sonra şimdi düşününce birinci seçenek daha doğru geliyor.çünkü bu sade vatandaş gerçekten istediği kadar sade olsun, tam bir kapalı kutuydu.konuştukça tanıdıkça "acaba"ları arttıran biri için içi dışı bir demek ve hislerin gerçek olduğunu düşünmek biraz kendini kandırmacaya giriyor bence.
her neyse..





sonra bozcaada, ve sonra tekrar çanakkale..

çanakkale'nin son gününün fotoğrafı aşağıda..bir çok olasılık vardı kafamda, ama oradan beni dönüş yolunda ağlatacak kadar büyük bir hisle döneceğim aklıma gelmemişti.ve ertesi gün "fly from heaven" dinleyerek kendime kızdım..sonra gelen mesajla gülümsedim, sonra tekrar kendime kızdım.






ve aradan bunca ay geçtikten sonra bana sabahın köründe ilk iş bu yazıyı yazdıran hissin ne olduğunu hala bilmiyorum.

kaçış belki de sadece..çünkü her şeyin sonunda gerçek olan tek bir şey var, 4 yıllık sevgilisini bile hiç tanıyamamış biri olarak, sadece 3 kez gördüğüm birinden hoşlanıyor olmam teoride anlamsız.

Hiç yorum yok: